Güncel omikron varyantının etkisi daha fazla hissediliyor olsa da delta varyantı da bir yandan yayılımını sürdürüyor. Öte yandan siyasi otoritelerin pandemiye bakışlarında sağlığı değil, ekonomiyi öne çıkardıklarını konuğumuz Cavit Işık Yavuz’la konuşuyoruz.
(20 Ocak 2022 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı’nda yayınlanmıştır.)
Özdeş Özbay: Merhabalar Osman bey, günaydın!
Osman Elbek: Günaydın! Bugün Kayıhan mazereti nedeniyle katılamayacak, o yüzden daha önce de Açık Radyo programında konuk ettiğimiz Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesi ve Çevre Bilim Dalı Başkanı olarak çalışan sevgili Cavit Işık Yavuz’u davet ittik. Hoş geldin Cavit, teşekkür ederim katıldığın için!
ÖÖ: Hoş geldiniz!
Cavit Işık Yavuz: Çok teşekkür ederim davetiniz için, çok sağ olun!
ÖÖ: Merhabalar!
CŞ: Merhaba!
OE: Sizin de programa girerken ifade ettiğiniz gibi 15 yıldır eksiğiz; adaletten eksik, demokrasiden eksik, özgürlükten eksik, eşitlikten eksik ve ‘ahparig’siz bir 15 yıl geçiriyoruz. Umarım onun çizdiği çerçeve Türkiye’yi özgürlüğe, demokrasiye, eşitliğe götürür ama bu eksikliler de aslında pandemiyi bu kadar da çığırından çıkarıyor Türkiye’de. Eğer daha eşitlikçi, daha adaletli bir dünya ve Türkiye olsaydı bu pandemi bu kadar yıkıma neden olmayacaktı. O yüzden her bir yerde aslında eşitliğin, özgürlüğün mücadelesini götürüyoruz. Bu perspektifle Cavit’e sormak istiyorum, biliyorum pandeminin başından itibaren rakamları çok yakından takip ediyor, dünyada ve Türkiye’de ne noktadayız Cavit, nasıl gidiyor omikron?
CIŞ: Teşekkürler Osman. Evet, ‘ahparig’siz geçen 15 yılın son iki yılı pandemiyle geçiyor ne yazık ki. Dünyada biliyorsunuz Çin “Benim adını koyamadığım zatürre vakalarım var.” diye bir bildirimde bulunmuştu ve süreç oradan başlamıştı. Türkiye de bu trene resmi açıkladığı vakalarla mart ayında girdi. Dünyada genel olarak giderek omikron’un etkisi daha fazla hissediliyor, ancak gözden kaçırdığımız bir şey olduğunu düşünüyorum ben; biz sanki delta oldu bitti, artık delta varyantıyla ilgili bir sıkıntı kalmadı, bütünüyle omikron’la mücadele ediyoruz gibi algılıyoruz. Aslında delta da bir yandan dünyadaki yayılımını sürdürüyor, ülkelerin özellikle varyant sekanslama oranlarına baktığımızda bazı ülkelerde hâlâ delta da azımsanmayacak ölçüde daha sonra
OE: Türkiye’de de öyle değil mi Cavit? Uluslararası veri tabanlarına göre %76 omikron görülüyor ülkede, bir başka ifadeyle %24 hâlâ delta var.
CIŞ: Kesinlikle ki bu uluslararası veri tabanlarını biliyorsunuz, bazen Sağlık Bakanlığı açıklamalarla düzeltti, dolayısıyla oradaki veri ne kadar güncel tartışılır ama 17 Ocak’a kadarki iki haftalık süreç içerisinde omikron %76, delta %24 oranında görünüyor, ama Türkiye’nin sekanslama oranının %1’in altında olduğunu da unutmayalım. Almanya’dan aslında ilginç bir rakam var Osman; Almanya’da omikron varyant oranı %29. Almanya’da hâlâ %71 delta baskınlığı var, bu da enteresan bir tablo. Dolayısıyla delta’nın da dolaşımına devam ettiğini unutmamak gerekiyor, dünya genelinde de böyle. Dünyada DSÖ’nün 18 Ocak tarihli raporuna göre haftalık vaka sayısı 18 milyonun üstüne çıktı. Bu aslına bakarsanız yüksek bir rakam, yani günde bir milyondan fazla vaka tespit edilebiliyor. Bazı matematiksel modellemeler aslında toplam vaka sayısının dünya genelinde 100 milyonlarca olabileceğini ifade ediyor. Bir önceki haftaya göre vaka sayısında %20’lik bir artış var ama dikkat çeken önemli bir nokta bence şu; biliyorsunuz hep şöyle söylüyorduk “Evet, dünya genelinde vaka sayısı omikron’la arttı ama ölümler daha ılımlı seyrediyor” diyorduk. Ancak son haftada dünya genelinde haftalık ölüm sayısında da %4’lük bir artış dikkat çekiyor.
OE: Dünyada da haftalık 45 bin ölüme çıktı değil mi?
DSÖ'ye göre gerçek rakamlar açıklanan rakamlardan 2-3 kat fazla
CIŞ: Evet. Haftalık olarak dünya genelinde 45 bin ölüm, tespit edilen ve kayda geçenler bunlar. Oysa ki bu ölümler üzerine DSÖ kendisi açıkladı, “2-3 kat fazla olduğunu tahmin ediyoruz.” dedi. Yine bazı tahminler, modellemeler dört kat bile yüksek olabileceğini söylüyor ki şu an sayı beş milyonu geçmiş durumda, 5,5 milyon civarında bir ölüm var. Dört katı olduğunu düşünürseniz 20 milyona yakın insanı covid’den kaybettiğimiz anlamına geliyor.
ÖÖ: Bunun sebebini sorabilir miyim? Neden dört kat daha fazla? Başka bir hastalıktan ölüm diye mi kayıtlara geçiyor?
CIŞ: Şöyle, ikisi de var aslında hem covid nedenli hem de covid’in oluşturduğu farklı sıkıntılar nedeniyle ölümler olarak ifade ediliyor. Biz buna “fazladan ölümler” diyoruz. Dolayısıyla hem covid’in kendi etkisiyle hem de insanların sağlık hizmetine erişememesi, ulaşamaması, sağlık sorunlarını ertelemesi ve bunların yol açtığı çeşitli komplikasyonlar nedeniyle genelde toplam rakamlar üzerinden ifade edilmiş oluyor.
OE: İzninizle, fazladan ölümlere İstanbul özelinde dikkat çekmek istiyorum: 2021 yılının 8-14 Ocak haftasında 1821 insanımızı fazladan ölüm olarak kaybettik. Bu yıl, 2022’de aynı haftada 2198’e çıktı, bir önceki yıla göre fazladan ölümümüz arttı. Başka bir ifadeyle; sadece İstanbul’da 8-14 Ocak haftasında günlük 314 kaybımız var. Yine Cavit sana bununla bağlantılı sormak isterim; bugün sabah tekrar John Hopkins verilerinden bakarak ortaya koydum ki son yedi günde Türkiye’de ölüm oranlarında %7’lik bir artış var ki dün 161 vefat açıkladı. Hani bir taraftan “Omikron çok hafif geçiyor, hiçbir problem yok, pandeminin sonunu getirecek.” diyoruz, ama İstanbul özelinde fazladan ölüm artıyor, resmi ölümlerimizde de %7’lik bir artış var ve bildiğim kadarıyla bu artış uzun bir süredir hep 150’nin üstünde değil mi?
CIŞ: Kesinlikle öyle. Aslında şunu gözden kaçırıyoruz gibi geliyor bana, Türkiye, omikron geldiğinde delta varyantını da baskılayamamıştı. Dolayısıyla vaka sayısına baktığınızda da yedi günlük ortalama bazında bakarsanız, günlük ortalamalarımız 18 bin civarına düşmüştü. 22 Aralık haftasından itibaren bu sayılarda bir hareketlenme gördük, ancak ölümler şu ana kadar pandemide hiç görmediğimiz düzeyde yüksek bir plato çiziyor. 15 Ağustos’tan bu yana, Türkiye’de haftalık ölüm sayısı son beş aydır 1000 kişinin üzerinde. Bu da resmi rakamlar üzerinden açıklanan verilerle ilgili, yani ona dayanarak söylüyoruz. Dolayısıyla zaten Türkiye beş aydır haftalık ortalamaların, yani yedi günlük ortalamanın 150-200 arasında seyrettiği bir durumda. Yani Türkiye’de son beş aydır günde en az 3-4 otobüs dolusu insan ölüyor. Türkiye’nin bu yüksek ölümlülüğünün de elbette ki sebeplerine bakmak lazım. O da kuvvetle muhtemelen veriler vs. açıklanmadığı için çok ayrıntılı bir şey söyleyemiyoruz ama duyarlı nüfus, yani eksik aşılı ya da aşılarını tamamlamamış ve hiç aşı olmamış nüfusun bu süreç içerisindeki fazlalığı nedeniyle gerçekleşiyor olabilir. Ancak şu ana kadar pandemi süresince yüksek ölümlülükte bu düzeyde plato çizdiğimiz başka bir dönem görmemiştik. Evet, ölüm sayılarımız yükseliyordu ama süreç içerisinde azalarak düşüyordu. Ağustos’tan bu yana ölümlerde yüksek seyrimizi devam ettiriyoruz.
"Neden küçük yaş gruplarımızı aşılamıyoruz?"
OE: Aslında bir tarafta “Omikron’la atlatıyoruz, her şey iyiye doğru gidiyor.” derken bu cümlelerin arkasında senin vurguladığın gibi beş ayda biz 20 bin insanı kaybettik her bir hafta 1000 kişi olmak kaydıyla. 20 bin insan öldü ve biz hâlâ “Omikron iyi gidiyor, hafif gidiyor, sonunu getirecek.” diyoruz. Hakikaten bu insanlar için aymazlık ama sorumlular açısından ise aymazlığın ötesinde, bu ülkenin insanına karşı işlenmiş bir suç olarak görüyorum. Bu bir insanlık suçu, 20 bin insanın ölümüne “Ay her şey çok iyi gidiyor!” diyerek göz yummak. Türkiye açısından da bildiğin gibi Eylül 2021’de DSÖ monoklonal antikor tedavisini önermişti. Yeni antiviraller dünyanın gündemine girdi, bunların da hiçbirinin Türkiye’de olmaması bu kadar yüksek ölüm oranlarına, bilim ortamının bu kadar davetine rağmen Türkiye’nin bunlara ilişkin hiçbir adım atmaması gerçekten bu sorumluluğu arttırıyor. Bir üçüncüsü de herhalde 5-11 yaş çocukları aşılamamamız değil mi Cavit?
CIŞ: Evet, bu konuda tıpkı -biraz konuşuruz- bu hızlı testler meselesinde olduğu gibi Türkiye bu konuyu gündemine alıp çok tartışmıyor. Dünyanın bazı ülkelerinde onay aldı ve güvenle kullanılabileceğine ilişkin kullanım da başladı. Bu süreci değerlendirip neden bizde kendi küçük yaş gruplarımızı aşılamıyoruz; bu hem özellikle eğitimin sürdürülebilirliği açısından önemli hem de aslına bakarsanız virüsün dolaşımını bir miktar kontrol etmek açısından kritik. Hani son dönemde geldiğimiz noktada, işte özellikle 1 Temmuz sonrası zaten serbestleşmiştik ama son alınan kararlarla birlikte daha da serbestleşmenin omikron dönenimde ciddi bir tehdit ve tehlike olduğunu da göz önüne almamız lazım. Bu nedenle bizim aslında tıpkı 5-11 yaş grubunu aşılamak, aşılamaya başlamak gibi, tıpkı yeni test yaklaşımları, yeni virüsün yayılımını engelleyecek yaklaşımlar olduğu gibi yeni yaklaşımlara ve araçlara ihtiyacımız var. Bunları bir şekilde geliştirmeden, bunları ortaya koymadan bu kadar serbestleşme gerçekten omikron sürecinde oldukça tehlikeli, tehditkâr bir duruma doğru götürüyor bizi.
OE: İki uzmanlık derneğini hatırlıyorum; biri KLİMİK, diğeri Türk Toraks Derneği, ikisi de mevcut serbestleşmenin bilimsel bir temeli olmadığını açıklamıştı. İlginç olarak bu son Bilim Kurulu toplantısından sonra Sağlık Bakanının yaptığı açıklamada yaş grup dağılımında 12 yaşın altında hiçbir çocuğun hasta olarak ifade edilmediğini görüyoruz. 12 yaş ve üzerindeki yüzde dağılımı %100’ü buluyor. Oysa biliyoruz ki omikron başta olmak üzere delta da çocukları etkiliyor. Bakanlığın bu açıklamasını nasıl izah etmemiz lazım? Neden 12 yaş altına ait hiçbir veri Türkiye için paylaşılmadı?
Türkiye'deki istatistiklerde 12 yaş altındakiler “vaka” değil “hasta” olarak mı değerlendiriliyor?
CIŞ: Türkiye’nin şu ana kadar izlediği açıklama, veri yayınlama stratejisiyle ilişkili bir durum. Yani düşünebiliyor musunuz, biz Türkiye’de salgına ilişkin değerlendirmeleri, günlük bir tablo dışında Sağlık Bakanı’nın twit’lerinden öğreniyoruz. Sağlık Bakanı’nın bazı twitleri de matematik problemi gibi. Yani işte oturup yüzdeleri hesaplıyoruz ve bakıyoruz ki 12 yaş altında açıklanmamış, yani olmaması mümkün mü Türkiye’de? Kaldı ki hatırlarsanız kısa bir dönem, o dönem “hasta” deniyordu, veriler açıklanmıştı ve biz 15 yaş altında çocuk vakalarının ne kadar olduğunu kısa bir dönem de olsa 2020’nin yazında görmüştük. Şimdi akla birçok şey geliyor tabii, acaba 12 yaş altındakiler hani “vaka” değil de “hasta” mı? O yüzden mi açıklanmıyor ya da “hasta” değil “vaka” mı? Onları “vaka” saymıyor muyuz, yoksa onları “hasta” mı saymıyoruz? Bu anlaşılabilir bir durum değil gerçekten, veri paylaşımı konusunda bu kadar ketum olmanın risk iletişimini de olumsuz yönde etkilediğini, hep bir böyle çözülemez, anlaşılamaz bir durum yarattığını, dolayısıyla insanların da güvenini kaybettiğini açıkça görüyoruz. Bu konuda yapılan aslında önemli araştırmalar var; on Avrupa ülkesinde yapılan bir araştırma vardı, pandeminin erken döneminde şunu gösteriyordu; insanların risk algısını etkileyen önemli unsurlardan bir tanesi hükümete güvenleri, diğeri hükümetin salgın stratejisine güvenleri. Dolayısıyla bu veri açıklama konusundaki tutarsızlıklar, ‘acemilikler’ diyesim geliyor ama yani bakanlığın böyle bir acemilik yapmaması gerekir, risk algısını çok olumsuz düzeyde etkiliyor ve kafalarda yeni soru işaretleri oluşturuyor.
OE: Senin de biraz önce vurguladığın gibi hızlı test konusuna girmemiz lazım. Hatırlarsın, geçtiğimiz hafta Sayın Varank’ın ilginç bir twit’i dikkat çekti. Kendisi sanayi bakanı olarak, Almanya’nın en çok güvendiği hızlı testlerin Türkiye’de üretildiğine dair bir twit paylaştı. Gerçekten bu durum bir taraftan insana gurur veriyor, ne güzel Türkiye hızlı test üretiminde ister montaj olsun ister birtakım hammaddeler dışarıdan geliyor olsun bu testi ülkesinde üretebiliyor ama ne gariptir ki Türkiye’deki bilim ortamının tüm çağrılarına rağmen bu hızlı test uygulamasını kendi ülkesinde hayata geçirmiyor ve bu hızlı testler Almanya’ya ihraç edilerek pandemiye sağlık açısından değil ekonomik açıdan bakılmaya çalışılıyor. Bir halk sağlığı uzmanı olarak hızlı testler pandemi politikasında bize ne kazandıracak? Neden bu kadar üstüne düşmek gerekiyor?
CIŞ: Geldiğimiz noktada salgın, özellikle omikron gibi çok daha hızla yayılan, toplumsal olarak bulaşıcılık hızının çok daha yüksek olduğu bir durumda bizim ana amacımız bu yayılımın hızını mümkün olduğunca yavaşlatmaya çalışmak olmalı. Bu anlamda hızlı testler bize ne sağlıyor? Biliyoruz ki hızlı testler aslında tanı koydurmuyor, yani bir PCR testi yerine ikame edeceğimiz testler değil. Ancak kişinin virüsü taşıyıp taşımadığı konusunda bir ön bilgi veriyor ve biz hızlı testleri bu aşamada aslında şunun için kullanıyoruz; hani çok genelleştirerek söylersem “Hızlı testi pozitif olan evden çıkmasın kardeşim!” demek için kullanmamız gerekiyor. Evden çıkınca ne oluyor? Eğer o hızlı testi pozitifse, virüsü taşıyorsa bir sürü başka insana bulaştırıyor. Son dönemde özellikle hızlı testlerin -ki bu konuda en çok veri herhalde Birleşik Krallık’tan, ki bu pandemi sonrası sanırım biz Birleşik Krallık’ın bu iletişim stratejisini, veri yayınlama stratejisini iyice bir çalışmamız ve buradan bir şeyler öğrenmemiz lazım- Birleşik Krallık uygulaması şunu gösterdi: Aslında hızlı testlerin pozitifliği de öyle çok yanlış değil. Yani yüksek oranda bir doğruluk da sağlıyor. İngiltere’de 15 Aralık’ta Bilim Kurulu yayınladığı bir deklarasyonda şunu önerdi: “Biz PCR vs. yapmakla uğraşmayalım, hızlı testi pozitif çıkanı virüs taşıyor kabul edelim, onu karantinaya alalım, izolasyona alalım, temaslı takibine başlayalım. Bunun için PCR doğrulamasını da beklemeyelim”. Şimdi benzeri bir şeyi ilginçtir Amerika yapıyor. Dün yapılan bir açıklama da var Amerika ilgili ve Amerika ücretsiz hızlı test dağıtımına başlıyor. Ülke genelinde bir web sayfası aracılığıyla ücretsiz olarak dört tane hızlı test edinebiliyorsunuz ve evinize web sayfasında yazdığı kadarıyla 7 ila 12 gün arasında bir sürede gönderiliyor. Şimdi Amerika’nın da böyle bir stratejiyi, böyle bir aracı kullanmaya başlaması çok önemli bir gelişme Amerika için. İkincisi, Amerika -dün açıklandı bu da- ücretsiz N95 maskesi dağıtmaya başlıyor. Bu da çok ilginç bir gelişme. Dolayısıyla hani Amerika’nın rakamlarını biliyoruz, günlük ölüm sayısı 1800’lerde şu anda, vaka sayıları da 700-800 binlerde, izolasyon ve karantina süreleri değişti. Mesela bu tartışmalar yarattı ama yeni araçlar, yeni yaklaşımlar ortaya koymaya çalışıyorlar. Şimdi biz bundan bütünüyle uzak duruyoruz, bunun da sebeplerini gerçekten oturup tartışmamız lazım.
Hızlı testler Türkiye'de üretiliyor fakat Türkiye'de kullanılmıyor
OE: Tabii bu hızlı test aynı zamanda PCR’ın uzun kuyruklarını eritiyor, mikrobiyoloji laboratuvarlarının daha nitelikli çalışmasını sağlıyor. Tabii ilginç bir şey söyledin, ABD hem hızlı testi dağıtıyor hem N95 maskeyi ücretsiz dağıtıyor. Neoliberalizmin, kapitalizmin baş ülkesi ABD. Ama ondan da neoliberal olabilmiş bir ülke aslında Türkiye ve devlet “Maske de benim sorumluluğumda değil.” diyor, “Hızlı test de benim sorumluluğumda değil.”, “Maskeyi de sen temin edeceksin, mesafeye de sen bakacaksın, elini yüzünü sen yıkayacaksın, metrobüsler hıncahınç doluyken sen mesafe tarif edeceksin.” diyor. Tüm sorumluluk bireyde. Herhalde dünyanın en neoliberal ülkesiyiz, her koyunun gerçekten kendi bacağından asıldığı, mevcut toplumsal, sınıfsal, etnik eşitsizliklerin pandemi açısından büyük bir risk haline getirildiği ve devletin sadece yurttaşına “Dikkat et, kendi riskine kendin bakacaksın, ben hiç sorumlu değilim, aşılılardan hiçbir şey istemem, aşısızlardan da hiçbir şey istemem, alışveriş merkezine gitmek de senin elinde, her türlü riski sen saptayacaksın.” diyor. Toplum sağlığına böyle bir perspektifle bakıyor. Bu yeni bir model gibi düşünüyorum, ne dersin Cavit?
CIŞ: Kesinlikle haklısın. Aslında bu söylem pandeminin başından bu yana var; “Önlemlerimizi alalım, tedbirlerimizi alalım, aşımızı olalım, kalabalıklara girmeyelim.” Yani biz bir yandan yayılımı engelleyecek halk sağlığı önlemlerini hayata geçirmezken, bunlardan uzak durmaya çalışırken -ki bunları hayata geçirdiğimizde de bunların yaratacağı ekonomik ve sosyal parçalanmayı da gideremeyecek bir politika izlediğimizi de görüyoruz-, şu noktaya doğru geliyoruz senin de söylediğin gibi: “Herkes başının çaresine baksın, bu iş artıyor ama yakında bitecek, merak etmeyin ama kendinizi koruyun, kendinize dikkat edin, aman ha kalabalıklara girmeyin, aman ha şuralardan uzak durun, tedbirli olalım, şöyle yapalım, böyle yapalım”. Bu durum da vatandaşın kafasında “Artık tamam, bu iş bitti bitiyor; tamam, hasta olursak da mesele değil, hafif geçiyormuş zaten” noktasına gelmiş durumda. Yani bütün bunlardan hareketle Türkiye işi vatandaşa yıkmış, süreci de “hafife alıyor” gibi görünüyor.
OE: Yavaşça sona doğru gelirken biraz aşı da konuşmak isterim. Dünyadaki aşı dozları 9.7 milyara ulaştı. Eğer eşitlikçi bir dünya olsaydı dünya nüfusunun %60’ını aşılayabilecektik -ki pandeminin hızını kırmak açısından çok büyük bir başarıya ulaşacaktık. Ama eşitsizliğin sonucu olarak düşük sosyo ekonomik statüdeki ülkelerde nüfusun sadece %10’u aşılanmış durumda. Öte yandan geçtiğimiz hafta öğrendik ki Pfizer-Biontech şirketi tarafından üretilen Comirnaty aşısının maliyeti 61 Cent, satış fiyatı ise ortalama 20 Dolar. Hani buna “kazanç” dememek lazım bu salgın pandemisinde, aksine bunun büyük bir “gasp” olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede Türkiye’de aşılama oranına baktığımız zaman da -her ne kadar sayın Bakan “Bu toplumun sadece %8’i aşılanmamış” dese de- resmi veriler nüfusun %61’inin iki doz aşı olduğunu, göçmenleri de dahil edersek -bugün Sayın Sedat Ergin de köşesinde yazdı- aşılama oranının %58,8’e indiğini görüyoruz. Hatırlatma dozlarının ise sadece 23 milyon insana uygulandığını, yani nüfusun sadece %25.8’inin hatırlatma dozunu aldığını düşünerek biraz aşılamayı ve Turkovac bakışını da öğrenmek isterim.
Aşı firmalarının dakikada ettiği kâr 65 bin Dolar
CIŞ: Aşılama konusunda ağır aksak gidiyoruz gerçekten. Yani aslında bundan dolayı, ayrıca şöyle tartışmalar da yapmak durumundayız artık; bu yeni varyantlarla birlikte bizim, hani tam aşılılık nedir, kaç doz aşı olmamız gerekir vs. işlerinin de değiştiğini görüyoruz. Daha çok son yapılan aşının üzerinden geçen süre örneğin omikron’da kritik bir nokta kazandı. Kaldı ki yeni bir aşı da geliştirilmesi gündemde. Aslında çok önemli bir noktanın altını çizdin, bu aşı üretimi meselesi bence bu pandemi ve sonrasında en çok tartışmamız gereken nokta. Halkın Aşı Hareketi adında bir hareket bu aşı firmalarının bir zirvesinde şirketlerin şöyle bir rakam paylaştığını ifade etti -bu Oxfam International’ın web sayfasında yayınlandı-: Pfizer, Moderna firmalarının dakikada ettiği kâr 65 bin Dolar. Bu şirketler dakikada 65 bin dolarlık bir kazanç sağlıyorlar şu anda dünya genelinde. Dolayısıyla hani bu aşı meselesi pandeminin de sonlandırılması açısından çok kritik. Aşının üretimi, burada kamu ve özel sektörün rolü. Şu anda kamu daha çok finanse eden, özel sektör de kendi bilgi ve teknolojisiyle üretip buradan kâr eden bir pozisyonda. Ancak bunun mutlaka değişmesi lazım sonraki pandemiler için. Türkiye’de sürecin ağır aksak gittiğini görüyoruz ve son dönemde, özellikle bu aşılama meselesiyle ilgili de çabaların azaldığını da görüyoruz. Turkovac meselesinde ise ne güzel, bu ülkede aşı üretildi, çok önemli bir gelişme. Pandemi nedeniyle aşı üretim meselesinin ne kadar kritik ve önemli olduğunu gördük, yaşadık ve önemli bir tarihsel gelişme olarak bunu değerlendirmek gerekir. Ancak bu tarihsel gelişme sorularla birlikte gündeme geldi. Sürecin açıklanma biçiminden bilgilerin paylaşılma biçimine kadar birçok soru işaretini içinde barındıran bir şekilde geldi. Keşke böyle gelmeseydi, keşke biz bu süreci bilimsel olarak hakkıyla yerine getirerek tamamlasaydık, bu kadar acele etmeseydik. Bu açıdan da Turkovac meselesi önümüzdeki dönem farklı tartışmalara sahne olacak gibi görünüyor. KLİMİK, Türk Toraks Derneği ve Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’nin birlikte yaptığı bir açıklama var bu konuda. Sordukları birçok soru var, olumlu yanlar dışında soruların daha fazla olduğunu görüyoruz bu süreç içerisinde.
OE: Turkovac konusunda aşıyı geliştiren bilim insanlarının emeğine, özverisine layık, ona uygun bir kamusal-siyasi iktidar yaklaşımı bekliyoruz hâlâ. Ona davettir aslında bu çağrıların hepsi. Bu anlamda yavaş yavaş müziğe doğru yaklaşıyoruz. Ben bu hafta müzik seçemedim sevgili Özdeş Özbay. Çünkü müzik seçmek de çok zor hale geldi Türkiye’de. Hani hiç politik olmayan, ne bileyim “Aşk eski bir yalan/Adem’le Havva’dan kalan” falan şarkısını seçsem diyanet hemen ortaya atlayabilir diye düşünüyorum! Hani benim gibi bir ateist için çok kritik değil ama Açık Radyo’ya üzülürüm. O yüzden topu Cavit’e attım, o ne derse olsun dedim.
CIŞ: Evet, sağ olsun Osman benden istedi ben de şöyle düşündüm, biliyorsunuz bu hafta Nazım Hikmet’in doğum günüydü.
OE: Evet.
CIŞ: Nazım’ı bir kere daha andık. Gerçekten şair sözcüğüne en çok yakışan ve Türkçe’nin büyük şairlerinden, onun şiirlerinden bir beste diye yola çıkmış olduk. Biraz da umutlu bir şey çalalım, umutlu bir şey dinleyelim dedik ve Ünol Büyükgönenç’ten “Güzel günler göreceği” parçasını seçtik. Herkese iyi haftalar dilerim, teşekkür ederim.
ÖÖ: Çok teşekkür ederiz.
OE: Ben de bağlamayı isterseniz Nazım’ın bir dizesiyle yapayım. O der ki; “Tavşan korktuğu için kaçmaz/kaçtığı için korkar”. Korkmamak için kaçmayalım, doğru bildiğimiz sözü söylemeye devam edelim. İyi haftalar.
ÖÖ: Görüşmek üzere.
CIŞ: Görüşmek üzere.